Haftaiçi 12:00'a kadar verilen siparişleriniz aynı gün kargoya verilir.
Sepette 2000TL üzeri alışverişlerinizde sürpriz indirim!

Murat Pulat

Murat Pulat

Murat Pulat, çoğunlukla resimlerinde filmlerin imajlarını kullanıyor. Özellikle Godard filmleri çalışmalarında özellikli bir yere sahip. Tablolarında siyah beyaz kullanarak 1960’lı yılların filmlerine gönderme yapan sanatçının romantizmi, sweatshirt ve tshirtlerimizde kullandığımız gizli romantik duruşumuza çok benziyor.

Seçil Alkış: Bugüne kadar 3 tane kişisel sergi gerçekleşirdin. 4. Kişisel sergin Ocak ayında New York’ta gerçekleşecek. Sergilerini oluşturma sürecinde nasıl bir zihinsel ve pratik süreç yaşıyorsun?

Murat Pulat: Duvarların içine hapsettiğimiz bir kurgudan bahsediyoruz… Sergiyi oluştururken sadece o alana, o lokal galeriye ait olmaktan çok, aslında onu saran diğer şeyleri de oluşturmak gerekiyor. Onu gerçekten henüz ben de bilmiyorum.

S.A. : Son dönemde yaptığın işlerin birçoğunu New York’taki serginde görebileceğiz. Bazı işlerinde yanılsamalar yarattığını ve renk geçişlerini arttırdığını görüyoruz. Biraz son dönem işlerinden bahsedelim istiyorum.

M.P. : Ben aslında resim yüzeyini bir duvardan ayırt etmiyorum. Ben başka şeyler yaparken, herkes resim üstüne düşünüyor ve konuşuyor. Bir limon yetiştirmeye çalışıyorum mesela. Yaprağı soluyor ve üzülüyorum. Aslında benim için resim, bütünü oluşturan parçalardan sadece biri. Elimden geldiği kadar bizi baskı altında bırakan şeyleri çıkarmaya çalışıyorum hayatımdan, bu çok işe yarıyor. Özellikle günümüzde insanlar inanılmaz şekilde imgelerin üzerinde oynamaya başladı. İmge çok güçlü bir şey, sergi öncesi ve sonrasında göstermek, paylaşmak istediğim şey bu aslında. İnsanların virtüel dedikleri şey; insan psikolojisini, sosyolojik yapısını etkiliyor. Büyük kitleler sanatçı olmasalar da sanatın içine eklemleniyorlar, bazıları ise hiç düşünmüyor bile. İmgeyle uğraşan insanlar, sanatın bu bağlamda ve bunun kullanılmasına müdahale etmesi ile bize yakınlaşmış oluyor.

S.A.: İlk üç sergin İstanbul’da gerçekleşti, ilk defa başka bir kent ve coğrafyaya çıkıyorsun. Bunun senin açından karşılığı nedir?

M.P.: İstanbul ve  New York sadece bir kent. Nedir bu kentler? Bunlara olan bakış açılarının hepsinin toplamı. Nasıl bir bakış açısıyla bakmak gerekiyor İstanbul’a? Ben bir gün Orhan Veli gibi gezmek istedim; Gerçekten. Onu hissetmek, İstanbul’u öyle gezebilmek. Yani bir şekilde şehre katılmak; ne kadar edilgin ya da etkin olursa. Bir gün adamın biri denizi gördüğünü sonra içinde başka şeyler gördüğünü söylüyor. Bunu niye söylüyorum, başka başka şeylerin toplamından sorumlu hissediyorum. Benim yapmak istediğim bunun bilimini yapmak değil, başka durumlar yaratmak, başka bakış açıları yaratmak.

Söylediğim gibi, gitmek de sadece işin bir parçası aslında. Burada şöyle bir durum var, hepimiz sabah kalkıp bir şeyler yapıyoruz. Ben kesinlikle benden bir önce davranan, iş yapan kişiye daha çok iş yüklemiş oluyorum. Annem ilgili bir hikaye; mesela ilkokul zamanı evim okula çok yakındı. Herkes sabah erken kalkardı ama bende başka bir durum vardı. Benim için sabahın erken saatlerinde kalkmak, gün içerisinde çok yorulduğum ve bana göre fazla sınırlandırılmış okulda vakit geçirdiğim için problemdi. Buna rağmen bana dokunduklarında fırlayan bir çocuktum. Bunu niçin yaptığımı bilmiyordum. Kalkmak ve okula gitmek istemiyor olmama rağmen beni kaldıran neydi?

Aslında benim için buradaki erken durum ya da daha çok sezgi, biraz da deney öncesi dönem, bu soruna ulaşabilmek. Ben kesinlikle benden bir önce davranan, iş yapan kişiye daha çok iş yüklemiş oluyorum. Bir kişi daha kalkarsa işler daha kolay olacak. Birisi daha bardağı alıp gelecek. Biraz daha hızlı olacak ve okula da geç kalınmayacak, sonrasında da sonraki iş devam edecek. Burada bir kolektif taraftan bakmak istiyorum. Sokak’ta karşılaştığın fikir;  diyelim bir dilenci fikri, diyelim ki köşedeki kahve dükkânı ya da bir çiçekçi ile birleşmesi bunların hepsi bir fikirler bütünü. Evet yaşam deyip gidebiliriz ama öyle değil, gerçekten hiç durmaksızın bize katılan bir şey.

S.A.: Bu işin hem içerik olarak hem de ticari kısmını düşündüğünde İstanbul-New York kıyaslanamayacak kadar iki farklı şehir, bu senin için ne kadar önemli?

Hep verdiğimiz bir örnek, bir sergi yapıyoruz ve üzerine bir makale yazdırabilmek için canımıza okunuyor, diğer taraftan New York’da en ufak bir sergide bile onlarca makale yazılıyor.

Çok ciddi bir dünya, çok ciddi eleştiriye maruz kalan bir piyasa…

M.P.: Van Gogh, tarlalarda gezerken karga peşinde koşuyor ya; kargaları kovalarken birisi yaklaştığında hep şunu söylüyormuş: ‘Gitmem lazım, bir şeye yetişmem lazım artık’.  Yani gittiği yere bakarken ‘kargalar peşimden geliyor gibi gözüküyor’ diyor. Güneşte o kadar çok çalışıyor ki artık neredeyse dünyanın üzerini boyuyor. Elinde tuvalle kalıyor. Buradaki durum bizim piyasa olarak adlandırdığımız döngüden farksız aslında. Van Gogh’un bir durumunu göstermek isteyen başka bir durum. Çok başka deli düşünceler gibi gelebilir ama bu gerçekten dünya ile alakalı bir şey. Bir yere gitmek, mesafe almak. Sadece New York değil seçimim, İzmir’e gitmek gibi.

S.A.: Çağdaş sanat, işlerin sergilenmesi en azından bütünlüklü bir bakışı, daha da ötesinde bunun mekansal bağlamını talep eder. Senin işlerinin bir taraftan kendi aralığında diğer taraftan mekanla kurdukları bağ nasıl gerçekleşiyor?

M.P.: Aslında bazı işlerde mekana dokunduğumu biliyorum. Özellikle benim için önemli olan bir durum gerçekleşti. Müzayedede sergilenmek üzere bir iş vermiştim. Hitchcock filminden bir kare(şaşıran kadın), duş sahnesinde çığlık atan bir kadın vardı. Resimden çok sergilenirken çekilen bir kare daha önemli hale gelmişti benim için. Sanki o anki durumdan şikayet eden bir kadının çığlık atması gibiydi. Böylelikle artık iş kendi içinde çalışmaya başlamıştı.

S.A. :New York serginde böyle bir şey var mı?

M.P.: Arka sokaklar diye bir film var Robert De Niro’nun oynadığı ve Serseri Aşıklar… Geçmişte olan bir imge kapsayıcı olabiliyor. Bu ismin içinde birkaç tane yönetmeni, ondan sonra gelen yönetmeni, hatta bunun içinde başka şeyler de barınıyor. Söylemeye çalıştığım, elbette ki orda zaten Amerika, Hitchcock vardı. Bazıları sadece film görüyor ama üzerinde müdahale edilen bir şey var; motif denilebiliyor, harfle ya da puntolarla oluşmuş bir porte de. Bu işten çok daha uzun zaman önce yönetilen bir film var burada, ama dokunduğu an itibariyle bu New York’taki serginin içine dahil oluyor. Örneğin vitrin için hazırladığım çalışma artık benim için bir resim değil, mekanı saran boşluktaki harfler. Orada duvara dönüşen bir durum var. Benim imgelememin de o galerinin duvarı aslında.

S.A.: Şöyle diyebilir miyiz? Önemli olan sen imgeleri işledikten sonra, imgeler sergilendiği ve izleyiciyle etkileşime geçtiği andan itibaren yaşamaya, işlemeye, çalışmaya başlıyor.

M.P: Burada da çalışıyor. Hayatımdaki basit bir şeyden bahsediyorum aslında. Ben bazen resimlerimi yatak odama koyuyorum. Sonra bu bir sabah uyandığımda karşımda çığlık atan bir şey görüyorum. İnanılmaz şekilde sıçradığımı biliyorum. Tam karşımda, gözümü açtığımda tam bir portreye tekabül eden, perspektiften dolayı gerçek bir portre gibi duran, çığlık atan bir kadın duruyor. İmge dediğimiz şey sıradan yaşamda gördüğümüz fikirlerden başka bir şey değildir aslında. Yani ben ne kadar çok bakış açımı çoğaltıyorsam o kadar çok daha görebiliyorum aslında. İmge biraz simülasyon ama korkmamak gerekiyor.

S.A.:  Bu günün sanatı eskiye oranla çok daha karmaşa dolu bir alan, bir taraftan imkanlar artarken, diğer  taraftan genç sanatçılar bir çok farklı gerilim hattında, yorucu süreç ve sınavlardan geçiyor. Eserleri tanınmış genç bir sanatçı olarak sen neler yaşadın? Arkadan gelen daha genç sanatçılara ne öneriyorsun?

M.P.:Geçtiğimiz haftalarda bir turist grup, Haydarpaşa tren garında trenin üzerinden fotoğraf çekmeye karar veriyor ve  üçü de yüksek gerilim hattına kapılıyor. Bu büyük olay ne yazık ki yetkilinin ihtimam göstermemesinden kaynaklanyor.

Bu aslında bir çalışma, bu bir gayret. Ne kadar çok çalışırsak, o kadar birbirimizin hayatını güzelleştireceğiz. Bu tren garında çalışan yönetici de aynı şekilde, tersane de öyle. Çok kompleks bir açıdan bakmak gerekiyor.

Sanatçılardan bahsetmek istemiyorum sadece. Bunu gerçekten sanatın argümanı haline getirebiliriz. Ama bu da gerilim olabilir. Özetle şunu söyleyebilirim; direnmesi gerekiyor. Direnmek. Özgürlüklerine birazcık düşkünlerse…

‘’Direnmek’’ kelimesi de Türkiye’de biraz popüler oldu, kavramlar poplaşınca ölüyorlar bana kalırsa. Che Guevara’nın posteri gibi oluyor. İçi boşaltılmış.

S.A. : İmgeler poplaştıkça etkisini yitirdiğini söylüyorsun. Dünyanın en çok poplaşan imgelerinden biri Marilyn Monroe değil mi? Senin işlerinde Marilyn Monroe’yu çok fazla görüyoruz, bunun nedenini çok merak ediyorum.

M.P.: Bazen imgenin kendisi de kendi alt bağlantılarını temsil etmiyor. Ben ilk Marilyn’i çocukluğumda gördüm. İç benliğime girdiğini hissettim. Belki çok iddaalı gelebilir ama bu kadar net aslında. Artık bu durum birinci türde dışa bağlı olan bir karışım. Güneşin cildimi karartmasından farksız. İzlediğimiz filmin milyon tane sekansından bir sürü şeyi hafızamızdan atıyoruz. Bazı şeyleri unuturken, bazı imgeler neden duruyor akılda? Bazı şeyler niçin gecenin bir vakti bizi birden ürpertip onunla hatırlamaya başlıyor, onunla birleştiriyor, karanlıktan korkmayı hatırlatıyor. Bu hassas bir durum. İnsan hayal ederken nelerle karşılaşıyor. Bunun farkına varırsan bunu değiştirebilirsin aslında. Onu anladığın zaman sen inanılmaz bir şekilde zihinsel üretime başlıyorsun. Merkeze bir şey çıkarmaya çalışmıyorum da bazı şeyler birbiriyle eşleşiyor diyelim, birbirlerini çoğaltıyorlar ve o imge artık başka bir duruma giriyor, yani melez imajlar çıkıyor.

Benim yapmak istediğim şey, sergi öncesinde bir şeyler söyleyip durumu yönlendirmek değil. Henüz karşılaşmalar, dolaşımlar başlamadı mesela. Biz şu an biraz daha sergiye ait olan şeylerden bahsediyoruz. Daha deneyimlemedik aslında. Süreci yaşamadık ama genel olarak onun potansiyelini konuştuk.

Önceki yazı Sonraki yazı

Stok